bugün

entry'ler (34)

tunein radio

dünyanın her tarafındaki radyolara ulaşabilmenin kolaylığını sunan program..

hani istanbul sokaklarında fotoğraf makinanızla fink atarken fransızca şarkı dinlemek insanı mest ettirse de wi-fi harici telefondan 3g ile dinlemek kotanızı sıkıntıya sokabilir..

snapseed

şu sıralar app store'da ücretsiz olarak yüklenebilen uygulama.

osmanlı devleti nde harem müessesesi

harem; yasak bölge, yasak şey.

öncelikle osmanlı devleti zamanında aile hayatında erkekler, gerek sosyal-gerek siyasi ortamlarda hanımını karşısındaki kişiyle tanıştırırken 'haremim' tabirini kullanmaları harem'e olan bakış açımızı biraz olsun düzeltebilir düşüncesindeyim.

günümüzde harem denilince;gerçekten büyük bir saray kapısı (topkapı sarayı) ardında kalan bir fuhuş arenasi zihinlerde oluşturulmaya çalışılsa da aslında harem; izlediğimiz spartacus, game of thrones ve diğer muadil dizilerde gördüğümüz görüntülerdeki gibi bir yer değildir bu yüzden de avusturya krallarının saray mimarisine bir süsmüş gibi yattıkları kölelerin heykellerini, duvarlarınaysa yine yattıkları kadınların çıplak resimlerini süslettirdikleri gibi bir yer de olmamıştır.

böyle bir yer olmadığına inanmamız için bazı -yol gösterici- bilgileri okuduklarım, hatırladıklarım ve yazabildiğim kadarıyla da paylaşmak istiyorum.

harem dediğimiz ve kadın kölelerin olduğu bölgeye bir kapı ardında değil iki kapı sonrasında ulaştığımızı bilmekle başlayalım;

birinci kapı; hadım ağalarının bulunduğu yer olmakla birlikte yemek malzemeleri gibi ihtiyaçların siparişlerini kahya'dan alan ve bu siparişleri tedarik etmekle yükümlü tutulan kişilerin durduğu, kadın kölelerle hiç bir bağlantılarının olmadığı bir yeri içerir.

ikinci kapı; haremin temel kapısı olmakla birlikte, kapının üst kısmında girişte 'izin istemeden size ait olmayan evlere girmeyiniz' diye arapça yazar ki bu söz aslında içerideki gayr-i meşrusuzluğun resmidir fikrimce.

bu kapıdan içeriyse girebilecek kişiler padişah ve aile efradı ile hizmetçi statüsündeki cariyelerle sınırlıydı. yani hadım ağaları buraya kesinlikle giremezdi ki bu da harem tanımını bize hissettirmekte.

üçüncü kapı; ikiye bölünür ve birinci tarafta padişahın hanımlarının padişah aile ve efradı yani çoluğu, çocuğu, torunu gibi yakınları kalmaktaydı. diğer bir taraftaysa padişah ve efradına hizmet etmekle görevlendirilmiş hizmetçi statüsündeki köle cariyeler yani kadın hizmetçiler bulunmaktaydı.

cariye; kadın köle.

hareme maaş ile çalıştırılmak üzere alınan kadın çalışanlardır (çamaşırcı, temizlikçi, mutfakçı vs gibi görevleri bulunur) zorla sarayda çalışmaları için bilinenin aksine köleleştirilmemişlerdir, dışarıdaki hayatlarında da köle olduklarından köle olmaya-hizmet etmeye devam ederler.cariyeler kasrında yatarlar, bu çalışanlar kıyafetnağme yani yüzünden karakterini analiz etme ilmi diyebileceğimiz sistemle (namussuzluğa, hırsızlığa meyilli mi?çalışkan mı, tembel mi? vb.) sorulara yanıt bulmaya çalışılarak kabul görüldüğü taktirde cariye grubuna yine istekleri doğrultusunda girer ve sarayda çeşitli görevlerler verilerek hizmet etmekle yükümlü olurlardı.çalışma süresi olarak en fazla 9 sene için çalışma hakkı edinirler bu sürenin sonundaysa isterlerse padişah tarafından evlendirilir ya da tekrardan harem'de kalmayı tercih ederek kabul ettiği kısıtlı hürriyetle (saray dışına çıkamama gibi) yaşamaya devam ederlerdi.

ve harem içerisinde bilinmesi gereken en önemli gerçeklerden biri olanı şuanki tarihçi, senarist ya da yazar sıfatıyla çalakalem işler ortaya koyan ve insanları yanlış yönlendirmelerinin karşılığını elbet bulacaklarını düşündüğüm kişiliksizlerin bahsetmediği; padişahların, cariyelerin büyük bir çoğunluğuyla (bu oranı %95 olarak veren
kaynaklar vardır) ilişkisinin olmadığı yönündedir. bahsettiğim kaynak; osmanlı'da harem - prof. dr. ahmet akgündüz. isteyen okuyabilir. geri kalan %5 oranınında ya da %95 oranınında aslında çokta önemli olmadığını sadece ve sadece belirtilmek istenileni temsil ettiği yönünde yeterli olacağı kanaatindeyim.

herneyse,

hürrem sultan gibi çocuk sahibi olduğundan ya da padişahın çok beğenmesinden dolayı hürriyetine kavuşturup nikah kıyılan başta cariye ama sonradan hanımlaştırılmış diyebileceğim kişilerde var olmuştur.bunun yanında istifraş hakkı (başlığından öğrenilebilir) ile karı-koca hayatı yaşayan padişahlar olmakla birlikte bu hakkı ziyadesiyle fazla kullanarak tenkit edilebilecek padişahlarda olmuştur.
(ııı.murat ve ııı.mehmet gibi) ama bunu genele yaymak iftira atmaktır.

yani cariyeler saraya padişahın zevklerini terbiye etmek için değil, saray işlerinin yürümesi ve hizmet etmesi maksadıyla getirtilmişlerdir.

bunun haricinde padişah cariyesi ya da sonradan eşi sıfatına erişmiş kişilerce padişah arkasından çevrilen oyunlar, döndürülen entrikalar hiç bir osmanlı padişahının ayıbı değildir.

yavuz sultan selim

osmanlı tarihçilerininde, dönemin alimlerininde müceddid olarak nitelendirdikleri iki padişahtan biri.bir diğeri fatih sultan mehmettir.

yavuz sultan selim'e müceddid'lik vasfı kazandıran sebeplerin birincisi babası beyazıd döneminde anadolu'yu hakimiyeti altına almak isteyen şah ismail liderliğindeki şii'lere karşı anadolu'yu muhafaza etmesi gelmektedir. ikincisi ise anadolu'da islam birliğini tehdit eden isyancıları ve memlükleri ortadan kaldırarak islam birliğinin bütünlüğünü korumasıdır.

ayrıca tüm bu isyancılara ve anadolu'yu tehdit eden düşmanlara karşı islam alimlerinden fetva aldıktan sonra hareket etmesi onun islam hukukuna ne denli bağlı olduğunun kanıtıdır.

albert camus

yirminci yüzyılın (hiç kuşkunuz olmasın) peygamberlerinden biri olan albert camus şöyle demek istiyor. - "ölmeyecekmiş gibi çalış, öleceğini bile bile yine de çalış.. - yabancı önsöz

insanları kuşkudan bir parantez içiyle uzaklaştıran saçma duygularla ve saçma kavramlarla kendini kabul ettirmiş saçma yazar..

ayrıca parantez içini dolduran ve peygamber olduğunu düşünmemizi isteyen yazar'ın kendisi mi yoksa türk ismine sahip çevirmen mi gerçekten merak ediyorum..yok eğer her ikisiyse ilişkilerinin boyutunu irdelemek ve kafalarını yakalamak üzere zihnimin en köhne yani federal age kısmını cilalamak ve post-imperial age seviyesine ulaştırmak bu kitap değil, önsözden sonra artık boynumun borcu..

iz bırakan sözler

ilim maldan hayırlıdır, ilim seni korur, malı ise sen korursun.

(bkz: hz ali)

depresyon

Müslüman depresyona girer mi?
Toplumda, mümin birinin depresyona girmeyeceği, girerse bunun imânî bir eksikliğe delalet ettiği yönde bir kanaat mevcut, görebildiğim kadarıyla.

Bana da sıkça sorulan bu soruya cevabım şu oluyor: Niye girmesin ki, müminin depresyona girme hakkı yok mu?

Sanırım, Müslümanlara depresyonu yakıştırmayanları bu düşünceye iten nedenlerden biri, depresyonu tümüyle psikolojik kaynaklı bir rahatsızlık olarak zannetmek.

Bir defa, depresyonun o kadar çok çeşidi var ki. Mesela, "iki uçlu duygulanım bozukluğu," denilen rahatsızlığın bir parçası olan depresyonu ele alalım. Bu rahatsızlık biyolojiktir, yani beyindeki kimyasal bozulma nedeniyle oluştuğu kesinkes kanıtlanmıştır ve kişinin iradesi dışında seyreder. Kişinin ne kadar imanı yüksek olsa da, beyindeki kimyasal bozukluktan dolayı mani ve depresyon nöbetleri dediğimiz hastalık dönemlerini yaşaması mukadderdir.

Ya da tekrarlayıcı depresyonları düşünelim. Biyolojik altyapısı müsait öyle insanlar var ki, mesela sonbaharda ya da ilkbaharda ya da belli aylarda saat kurmuşçasına bir sabah derin bir depresyonla uyanabilirler. Böylesi bir depresyona girmek kişinin iradesinde değildir, biyolojik temeli ağır basar.

Ya da bazı kadınlar adet görmeden bir hafta kadar önce biyolojik nedenlerle, kendi iradelerine bağlı olmadan, adet gününe kadar ağlamaklı olurlar, kendilerini değersiz hissederler, reddedilmeye aşırı hassasiyet gösterirler, hayat çok ağır gelir. Alın size kişinin iradesi dışında seyreden bir hastalık (adet öncesi depresif ruh hali).

Bazı depresyonlar da kişinin hassas olduğu yaşam olaylarından sonra gelişebilir. Bu tür depresyonlarda bile biyolojik mekanizmalar sürece katılır. Biyolojik faktörlerin işe karışmadığı bir depresyon neredeyse yok gibidir. Bir insanın şeker hastası olduğunda, imânım zayıfmış, demesi kendine haksızlıktır ve yanlış bir yargıdır. Ya da kalp krizi geçirmenin imânî bir mesele olmadığı açıktır. Biyolojik hastalıklar için imân eksikliği yargısı yapılmıyorsa, depresyon ve sair psikiyatrik rahatsızlıklar için yapılması, hem bu hastalıklara hem de bunları yaşayanlara haksızlık.

Depresyonda bir nevi sinir sisteminin strese karşı direnci kırılmıştır. Kuvvetli bir darbeyle insanın kemiğinin çatlaması gibi sinir sisteminin de dayanıklılığı azalır. Bu nedenle depresyonda birçok ağrılar, yoğun halsizlik, hafıza sorunları gibi bedensel belirtiler olur. Psikiyatristlerin ilaç vermesinin nedeni dayanıklılığı artırmaya yöneliktir.

Peki, iman hiç mi devrede olmaz? Olur elbette. Depresyonla ilgili bazı çalışmalar, depresyona rıza göstermemenin depresyonu şiddetlendirdiğini ve kronikleşmesine sebebiyet verdiğini göstermiştir (depression about depression). Kanaatimce, iman tam da burada devreye giriyor.

Mümine yakışmayan depresyona girmek değil, niye depresyona giriyorum diye isyan etmesidir. Ondan beklenen, niye depresyona girdim, hayat zevkini kaybettim, bula bula beni mi buldu, ya da Zamanın Bedii'nin ifadesiyle, "Aman ne yaptım böyle başıma geldi diye Rububiyet-i ilahiye'yi tenkid etmek gibi bir halet"e girmemektir.

Mümin de depresyon yaşar ama onu onurla taşır, dünyanın tüm yüklerini, O'ndan gelen tüm musibetleri, dertleri, tasaları, hüzünleri, acıları onurla taşıdığı gibi. "Hüküm O'nundur," diyerek.

Mümin depresyon ya da başka psikiyatrik rahatsızlıkları; "Hastalıkla geçen bir ömür, Allah'tan şekva etmemek şartıyla, mümin için ibadet sayıldığına rivayat-ı sahiha vardır," inancıyla, "Ey musibet! Eğer O'nun izin ve rızasıyla geldin ise merhaba, safa geldin!" cümlesiyle selamlar. Sonra da sebepler dairesinde yapılacakları yapmaya koyulur.

Depresyonun kıymetini bilmek

Risale-i Nur'dan anlayabildiğim kadarıyla, müminden beklenen hiç depresyona girmemek değil; "Hastalar Risalesi"nde denildiği gibi "insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada bir ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir," düşüncesine ulaşmaktır. Depresyon kadar bize hayatın hakikatini öğrenmeye vesile hangi hastalık vardır?

Depresyonda olmak bir açıdan gafletten kurtulmanın vesilesidir; dünya aşkının sönüp yüzümüzü ahirete çevirmektir. Depresyon bir akıl zayıflığı değildir, bir kişilik zayıflığı da değildir. Hislerin "dünyadan" zevk alamamasıdır. insanı enerjisiz, yorgun mu yorgun, bitkin mi bitkin bırakmasıyla, depresyon bize adeta der ki: "Senin vücudun ve a'zâ ve cihazatın, senin mülkün değildir." Depresyondayken kendi sınırlılığımızı, acziyetimizi idrak ederiz. Bu öyle derin bir idraktir ki, depresyondan çıktıktan sonra bile bize kendimizi öğretmeye devam eder.

Zamanın Bedii yine ne güzel söyler: "O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilakis hastalıktaki manevî ibadet ve uhrevî sevab cihetini düşün, zevk almaya çalış."

Depresyon kıymetini bilenler için, insanın kendisiyle, dünyayla, başkalarıyla ve ahiretiyle, Mutlak Varlık'la daha derin bir ilişki kurabilmesi için tarihi bir fırsattır.

mustafa ulusoy

mevlana

benim hayatımı yargılamadan önce
benim ayakkabılarımı giy
ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan,
dağ ve ovalardan geç.
hüznü, acıyı ve neşeyi tat.
benim geçtiğim senelerden geç,
benim takıldığım taşlara takıl.
yeniden ayağa kalk.
ve aynı yolu tekrar git, benim gittiğim gibi.
ancak ondan sonra, beni yargılayabilirsin.

geçer dediklerimi geçirdim,
biter dediklerimi bitirdim.
nefret ettiklerimi sildim, silkindim yeter dedim.
geride bıraktıklarım hesap sormaya kalkmasın o yüzden bana.
farkında olduğum için varoldunuz,
vazgeçtiğim için bugün yoksunuz.

jack trout

pazarlama bir savaştır der kendisi.

eski sevgili

evet, bu yalan basitti ama hani yalan söylemezdik ya birbirimize..en azından hissetmezdiğimizden yalan olmazdı ya..ben hissettiğimde yalanını senden nefret etmiştim.. fakat olur ya bir gün ararsan ve içimde ukte olarak kalmış bu basit yalan karşısında ne yaparım diye düşündüm. nasıl bir hal, tavır sergileyeceğimi bilemedim. karaktersiz miyim? yoksa bu önemsiz mi? bu kadar kolay cevabı olan sorularda neden bu kadar zorlandığımı bazen anlamıyorum.

müjgan

zengin olsaydım, sensiz kalmazdım.
her an düşünüp seni, hiç ağlamazdım..

çocukken yapılan şerefsizlikler

yüksel abinin tuvaletinde genelde maşrapaya, can sıkılınca ise kapıya işemekti.

kerim

ikram sahibi.

divane

akılsız.

mübayaa

alışveriş.

yazarların okuduğu gazeteler

(bkz: der spiegel)
(bkz: le monde)
(bkz: the new york times)
(bkz: saklambaç)

timsah

midesindeki asit sayesinde hayvani şeyleri hazmedebilen canlı.

ertuğrul özkök

ajda pekkan'ın, sertab erener'in juri üyesi olduğu yarışma programında ertuğrul özkök'te juridir ve bir kız çocuğundan kürtçe şarkı söylemesi istenir sesinin tınısını rahat alabileceğini düşünülerekten ve ertuğrul özkök araya girer kız şarkısını bitirdikten sonra;

*işte neden insanın kendi anadilinde şarkı söyleyebilmesi, konuşabilmesi önemlidir?. işte bu yüzden.(duygularını, düşüncelerini rahat ifade etmesinden bahseder)

juri üyelerindeki bir diğer beyfendi ertuğrul özkök'a dönerek

+asıl ana dili türkçedir?..
eö: yok, yok öyle değil o başka birşey.. (saçmalar)

ve ertuğrul özkök bu lafa dayanamayarak üstelemez ve muhabbet sonlanır.

kısacası; ne dediğini bilmeyen kişidir. mesnetsiz açıklamalarla insanların kafasını kurcaklamayı çok sever.

che tişörtüyle camiye gitmek

(bkz: gel gel ne olursan ol yine gel)

o değil de bir adriana lima vardı ne oldu ona

(bkz: kocaya kaçmak)